Okuyup ilimde irfanda tekâmül etmek
Hocam; eğer ....... okursak Fetva verecek kadar bilgili olabilir miyiz? Böyle bir imkanım var, tavsiye eder misiniz?
Kıymetli kardeşim;
Elbette ki okumanızı tavsiye ederiz, hem de hararetle...
Ancak, “...okursak Fetva verecek kadar bilgili olabilir miyiz” sorunuza, dilerseniz fetva ile ilgili bazı hususları açıklayarak cevap vermeye çalışalım. Siz de bunları okuduktan sonra, ‘fetva verecek kadar bilgili’ olup olamayacağınıza, olabilmeniz için kaç fırın ekmek yemeniz gerektiğine karar verebilirsiniz. Tabii kastınız hakiki manada müftîlik ise... Ama bizim gibi bir mukallit olarak, sorulanlara sadece sahih kaynaklardan iktibaslarda bulunmayı -âmiyane tabirle- nakliyatçılığı kastediyorsanız, tabii ki temel İslâmi ilimleri iyi okuyarak, çalışıp gayret sarf ederek o noktaya gelebilirsiniz. Böylece bu alanda bilgi-birikim ve tecrübe sahibi olur, çevrenizdeki insanların meselelerinin hallinde onlara Allah rızası için yardımcı olabilirsiniz. Âlimlerimizin tabiriyle, “gayret bizden tevfik Allah’tan”... Rabbim rızasına muvafık muvaffakıyetler nasip eylesin. Ama fetvâ vermeye de pek hevesli olmayınız!
Şimdi de gelelim asıl mevzumuza...
Fetvâ mefhumu / kavramı
Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerim’e göre insanın yaratılış gayesi, Allah’a kulluktur. Kulluğun nasıl yapılacağı Allah’ın peygamberleri vasıtasiyle gönderdiği vahiy yoluyla anlaşılabilir. Ancak vahyin getirdiği talepler bazen açık ve ayrıntılı / detaylı olabildiği halde çoğu kere çerçeve esaslar ve ana umdeler şeklindedir. Bu da dinamizmi sağlayan temel unsurdur. Bu sebeple ana kaynaklardan gerekli hükmü elde edebilmek usûl ilmini ve ihtisası gerektirmektedir. Hayatın karmaşık meseleleri, insanın kabiliyet ve imkânları onun bütün alanlarda yeterli techizatı / donanımı sağlamasına ve ihtisas / uzmanlık derecesinde ilim elde etmesine fırsat vermez. Bu gerçek, mecburi olarak iş taksimini beraberinde getirmektedir. Bu sebeple her cemiyetin kabiliyetlerine göre ihtisaslaşmak / uzmanlaşmak üzere fertlerini organize etmesi ve onları ihtiyaç duyduğu alanlara yönlendirmesi esaslı bir vazifedir, iştir.
Fetva; sorulan İslâmî bir soruya, ehliyetli-selahiyetli bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir hadise hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevaptır. Fetva veren kimseye müftî denir. İslâm hukuku ıstılâhında / metodolojisinde müftî, müçtehid manasında kullanılmıştır. Kendisi bizzat içtihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibine de, diğer müçtehitlerin söz ve fetvalarını alıp nakletmesinden dolayı mecâz yoluyle müftî denir. [Bilmen, Ömer Nasuhi, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, 1, 246]
Başka bir izahla fetvâ, kelime olarak bir hadiseyle ilgili hükmü açıklayan kuvvetli cevap manasına gelir. Cem’îsi “fetâvâ” veya “fetâvî”dir (fetvâlar). Bir fıkıh tabiri olarak lûgat manasıyla yakınlık arzeder ve bir meselenin dinî hükmünü yazılı veya sözlü olarak açıklayan cevap manasında kullanılır. Yapılan bu işe de “iftâ” denir. Cevabı açıklayana yani fetva verene “müftî”, soruyu sorup cevabını isteyene de “müsteftî” denir. Aynı mevzuda verilen bir çok fetva içinde tercihe esas alınan görüşe ise, “müftâ bih” denir ki, daha çok mezhep içi ihtilaflarda kullanılan bir mefhumdur. Fetva verirken uyulması gereken usûl ve esaslara da umumiyetle “âdâbü’l-müftî” veya “âdâbü’l-fetvâ” adı verilir.
Buna göre fetvâda dört unsur bahis mevzuudur:
- Müftî (fetvâ veren),
- Müsteftî (fetvâ isteyen,
- Mesele (Sorulan soru),
- Fetvâ (verilen cevap.
Fetva, içtihada göre daha hususi bir mana taşır. Çünkü içtihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhî hükümleri kaynaklarından çıkarmak manasına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır. Gerçek fetva, içtihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müçtehit tarafından verilir.
Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî ilimleri ya kaynaklarından bizzat alır yahut bunu yapamıyorsa âlimlerden sorarak öğrenir. Kur'an-ı Kerîm de, “... Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz.” [Nahl suresi, 43] buyrulur. Ayetlerde fetva masdarından “yesteftûneke (sana soruyorlar)” ve “yüftîkum (o size açıklıyor)” gibi ifadeler kullanılmıştır.
Bir ayet veya hadisi tefsir ya da te’vil etmek ve yeni çıkan bir meseleyi / problemi çözmek, bir takım ön ilimleri ve hususi kabiliyet ve istidadı gerektirdiği için, bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması kararlaştırılmıştır. İmam Ahmed b. Hanbel (rh. v. 241/855), bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:
a) İyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek. Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir.
b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak.
c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak.
d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek.
e) Fert ve cemiyet olarak insanları tanımak.
Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin hâlet-i ruhiyesin (psikolojik durumunu) dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli, vereceği fetvânın fert ve cemiyet üzerindeki tesirini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir [Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi (Terc. Abdülkadir Şener), Ankara, 1973, s.391 vd.]
Fetva an’ânesi (geleneği) İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sahâbe (r.anhum) meselelerini bizzat Rasûlullah Efendimize (s.a.v) sorar, O da bu meselelerini âyet veya kendi buyurd.uğu hadisle hallederlerdi. Fetva verme ve dava görme (kaza) vazifesi-faaliyeti Rasûl-i Ekrem’de (s.a.v.) toplanmıştı. O'nun vâli olarak Yemen'e gönderdiği Muâz b. Cebel (r.a. v. 18/639) ve Mekke'ye gönderdiği Attâb b. Esîd (r.a. v. 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama selahiyetine sahiptiler. [İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 230, 236, 242; Tirmizî, Sünen, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, 7 / 273; es-Serahsî, el-Mebsût, 14 / 36]
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdülaziz (r.anhum) gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı idiler. Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu. Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza vazifeleri / fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır.
Mezheplerin oluştuğu II. ve III. Hicrî yüzyılda, üzerlerinde umumiyetle devlet memurluğu vazifesi bulunmayan müçtehitlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir. Sahabe devrinde doğrudan âyet ve hadislere müracaat olunurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır. Ancak hukukî bir meselenin hükmünü, fıkıh kitaplarından çıkartmakta kimi zaman güçlük vardır. Bu sebeple daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir. Bunlar kadılerın elinde komprime (derlenip toplanıp rahat anlaşılır hale getirilmiş) hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır. Mübarek ceddimiz Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukuk sisteminin ne kadar işlendiği ve komprime bilgilerin çokluğu ortaya çıkar. [Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, 2 / 61-64]
Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir. Çünkü müftî, helâl-haram, sıhhat-fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur. Bu mevzuda lüzum eden araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek mes’ûliyeti de beraberinde getirir. Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise, daha dikkatli olmak gerekir. içtihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir. Ayet ve hadislerin manalarını sathî bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin, bir müçtehide / mezhebe tâbi olmayıp da şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz. [Bilmen, Ö. N., Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, 1 / 250]
Müftî, içtihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir. Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir:
a) Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir.
b) Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalıdır.
c) Hlakı ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir.
Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfî arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır. [Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 392-393]
İçtihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Hâkim içtihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. içtihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır.” [Buhâri, Sahih, el-İ'tisâm, 21; Müslim, Sahih, el-Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3 / 187]
***
Meşhur fetva kitaplarından bazıları
a) Hindiyye: “el-Fetâvâ'l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye” ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr’in (rh. v. 1 1 18/1706) emriyle, Hindistan âlimlerinden bir hey’et tarafından te'lif edilmiştir. Hanefi mezhebine ait, Arapça olup, hükümleri delillerini şumûlüne almaz. Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir. Eser birkaç defa basılmıştır. [Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905]
b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b. Mansûr (rh. v. 592/1196) tarafından te'lif edilmiştir. Hanefi mezhebi'ne göre verilen fetvalardan ibarettir. Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri muhteviyatına alır. Hindiyye'nin kenarında basılmıştır.
c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b. Muhammed el-Kerderî (rh. v. 827/1424) tarafından te'lif edilmiş olup, el-Câmiu'l-Vecîz adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye'nin kenarında basılmıştır.
d) Hulâsatü'l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (rh. v. 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma neticesinde tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir. “Cevapların özeti” anlamına gelen bu eser, iki cilt hâlinde basılmıştır.
* * *
Fetvâ mes’ûliyeti
Fetvâ vermek ya da dinî bir meseleyi aydınlatmak ehli açısından ne kadar büyük bir sevap getiriyorsa, yeterli birikim ve donanıma sahip olmayanların fetva vermeye yeltenmesi de bir o kadar günahtır, hatta büyük günahlardandır ve haramdır. Rasûlullah (s.a.v): “İlmi bulunmadığı halde fetvâ veren onun günahını üstlenir.” [Ebû Dâvûd, Sünen, İlim, 8]
“Sizin fetva vermeye en cüretkâr olanınız, Cehennem’e atılmaya en cesaretli olanınızdır” [Dârimî, Sünen, Mukaddime, 20] mealindeki hadisleriyle ikazda bulunmuştur. Bu sebeple büyük âlimlerinden birçoğu bilmedikleri meseleler kendilerine getirildiğinde “Bilmiyorum” diyebilmişler ve onun mes’ûliyeti altına girmemişlerdir. Hatta “Lâ edrî nısfü’l-‘ilm (bilmiyorum sözü, ilmin yarısıdır” ifadesi ulema arasında meşhur olmuştur.
***
Müftî’de aranan şartlar
Müftî, Müslüman, mükellef (akıllı ve bulûğa ermiş), dinî hassasiyete sahip, zeki, hislerin tesirinden uzak, hakikati olduğu gibi aksettiren (objektif kriterlere) göre hareket edebilen, umdeli (prensipli-ilkeli), vardığı neticeyi karşı tarafın kimliğine bakmaksızın açıklayabilen bir kişiliğe sahip olmalıdır. Müslüman olmayan, akıl hastası, küçük ve âlimlerin çoğunluğuna göre fâsık’ın fetvası geçerli değildir. Çünkü fetvâ şer’î hükmü haber vermek demektir. Fâsık’ın haberi ise muteber değildir.
Fetva, dinin açık hükmünün bulunduğu bir mevzuda isteniyor ise, bu hükmün aktarılması / beyan edilmesi, açık hüküm bulunmayan hususlarda ise istinbat / içtihad yoluyla verilir. Buna göre hakiki manada müftî, içtihad şartlarını taşıyan âlim demektir. Bir başka ifadeyle, müftî ile müçtehit aynı manaya gelir. İçtihad ise kısaca söylemek gerekirse Kur’ân ve Sünnet’in temel umdeleriyle, karşılaşılan meselenin irtibatını kurarak şer’î hükme ulaşmak demektir. İctihâd bir çok şartı bulunan ilmî bir faaliyettir ki, usûl-i fıkıh kitaplarında bu şartlar geniş şekilde sayılır. Dolayısıyla müçtehit derecesinde ilmi birikimi bulunmayan ve sadece mevcut fetvaları ya da içtihadları nakleden / aktaran kişi mukallittir. Ona ancak mecazi anlamda müftî denilebilir.
***
Kısaca içtihadın şartları
Kur’ân ve sünnet Arap dilinde kayda geçtiği için Arapçayı bilmek, Kur’an’ı ve bâhusus ahkam ayetlerini ve tefsirlerini bilmek, hadîs ilmini, yani ahkâm hadisleri ve hadis usûlünü bilmek, üzerinde icmâ hasıl olmuş yani İslam âlimlerinin görüş birliğine vardığı hükümleri bilmek, dinin maksat ve gayelerini bilmek, Kur’ân, sünnet ve diğer delillerden hüküm çıkarma tekniklerini öğreten fıkıh usûlü ilmine hakkıyla vakıf olmak ve içtihad melekesine / kabiliyetine sahip bulunmak.
Bunlar dışında müftî açısından şu hususlar da önemlidir:
Müftî sorulan soruyu iyi anlamalı ve derinlemesine düşünmelidir. Cevabını müsteftînin anlayabileceği şekilde açık bir tarzda anlatmalı, gerekirse delillerini zikretmeli, verdiği fetvalarda orta yolu tercih etmeli, bilmediği hususlarda gelen sorulara cevap vermemeli, araştırmalı ve bilenlere danışmalı ya da müsteftîyi onlara yönlendirmelidir.
Müftînin soruyu soranın hususi hallerini ve sırrını ifşa etmemesi temel bir vazifedir ve fetvânın adabındandır.
Örf-âdetin faal ve müessir olduğu mevzularda sorunun geldiği yörenin örf ve anlayışını, kelimelere yüklediği manayı iyi bilmek, bunları öğreninceye kadar fetvadan uzak durmak esastır. Bu mevzu hususiyle yemin ve talak gibi meselelerde büyük ehemmiyet arzetmektedir. Çünkü muayyen bir örfe göre belirlenmiş olan hükümler, farklı bir örfün geliştiği mahallerde değişebilmektedir. Mesela satılan bir malın eve teslim yükümlülüğünün satıcıya ait olup olmadığını belirleyen örftür. Bu yörelere göre değişebilir. Akit tamamlandıktan sonra bu hususta bir ihtilaf çıksa da müftîye sorulsa, vereceği cevap yöre uygulamasına göre olacaktır. Mesela örfe göre Erzurum’da teslim yükümlülüğü satıcıya, Balıkesir’de alıcıya aitse, her iki yörede de birbirine zıt hüküm vermesi gerekecektir.
“Örfen ma’rûf olan / bilinen şey, konuşularak şart kılınmış gibidir.” [Mecelle, md. 43]
“Âdet muhakkemdir / hakem kılınır.” [Mecelle, md. 36]
“Nâsın / insanların isti’mali / uygulaması bir hüccettir / delildir ki, onunla amel vâcib olur.” [Mecelle, md. 37]
kaideleri burada belirleyicidir. Keza dayalı-döşeli olarak kiraya verilen evlerin bulunduğu yörelerde, evde bulunması standart eşya hususunda bir örf oluşmuşsa, akit esnasında konuşulmasa da kiraya veren bu eksiklikleri tamamlamakla yükümlüdür.
Müftî, fetvayı maksadının dışında kullanmak isteyenlere ya da vereceği fetvanın maksadı aşacak durumların ortaya çıkmasına vesile olabileceği hallere karşı da uyanık olmalıdır.
***
Müsteftî’nin vaziyeti
Müsteftî iyi niyetli olmalı ve cevabı aranan soru ya da çözümü istenen mesele şer’î hükmü öğrenme ve uygulama gayesi taşımalıdır. Başkasının ilmini denemek, cehaletini ortaya çıkarmak, tartıştıkları kişiyi mağlup etmek, elde edilen bilgiyi haksız yere kullanmak maksadıyla soru sorup fetva istemek faziletli bir davranış değildir.
Müsteftî, sorusunu sorabileceği birden fazla müftî varsa alimlerin çoğunluğuna göre hangisinin daha âlim olduğunu araştırmasına gerek olmaksızın dilediğine sorarak aldığı cevaba göre hareket edebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in, “... Bilmiyorsanız bilenlere (meselenin mütahssıslarına) sorun.” [Nahl suresi, 43; Enbiya suresi, 7] ayeti bu görüşün delilidir. Bu mevzuda mezhep farkı da çok önemli bir husus değildir.
“Âmmî’nin (müçtehit olmayan halktan insanlar/avâm) mezhebi müftünün fetvasıdır.” [Bkz. İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, Beyrut, ts. (Dâru’l-Ma‘rife), II, 316] ifadesine fıkıh kitaplarımızda açık bir şekilde yer verilir. Çünkü içtihada açık mevzularda usûlüne uygun şekilde istinbât edilen hükümler, dinin mutlak görüşü, diğer bir ifadeyle Allah’ın kesin muradı olarak kabul edilmemiştir. İslam âlimlerinin birbirlerine bakışlarında belirleyici olabilen bu husus şu şekilde formüle edilmiştir:
“Bizim mezhebimizin görüşü isabetlidir, ama hatalı olma ihtimali vardır. Muhalifimizin mezhebinin görüşü hatalıdır, ama isabetli olma ihtimali vardır.”
Buna göre hiçbir içtihad mutlak anlamda dinin kendisi değildir ama, usûlüne uygun yapılmış her içtihad dinin içinde bir yere sahiptir ve Allah katında bir değeri vardır. Delilini bilmeksizin bir müçtehite uyan (mukallid) sormakla üzerine düşeni yapmıştır.
Müsteftî birden fazla müftîye sormuş bulunursa ve onlardan farklı cevaplar alırsa nasıl hareket etmelidir?
Bu hususta bir çok görüş bulunmakla birlikte müsteftî müftînin ilmî tecrübesini, donanımını ölçebilecek birikime sahip bulunmadığı için, ilmine güvendiği ve kalbinin yattığı görüşe uyar.
Müsteftî sorduğu soruda sübjektif bir tavırla müftîyi yönlendirmiş ve müftü de buna göre bir cevap vermiş ve aldığı cevap da vicdanını rahatsız ediyorsa, müsteftî aldığı cevaba göre hareket edip etmeme hususunda vicdanının sesine kulak vermeli ve böyle bir fetva ile haksızlığa yol açmamalıdır. Çünkü müftî vak’anın içyüzünü bilmediği için sadece kendisine sorulan soru çerçevesinde meseleye muttali olur ve dinlediğine göre cevabını verir. Müsteftî sorusunda bazı hususları açıklamaz ya da yönlendirici davranırsa, aldığı cevap o meselenin şer‘î hükmünü ortaya çıkarmaz. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v), “Müftüler sana fetva verse de sen yine de fetvanı kalbinden al.” [Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 194] mealindeki hadisi bu hususa işaret eder.
Müsteftînin aldığı fetvaya göre amel ettikten sonra müftînin fetvası değişmiş ve öncekine aykırı yeni bir hüküm ortaya çıkmışsa, ameli geçerlidir ve bâtıl olmaz. Hz. Ömer (r.a.) bir hadise üzerine verdiği bir hükmün üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra, aynı hususta farklı bir görüş ortaya koymuş ve kendisine önceki verdiği hüküm hatırlatılınca, “O geçen sene verdiğimiz hükümdü, bu ise şimdiki hükmümüzdür.” [Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, 16, 84] mealinde cevap vermiştir. İslâm hukukunun “İçtihad içtihad ile nakzolunmaz / içtihad içtihadı bozmaz” kaidesi [Mecelle, md. 16] bunu ifade eder. Ancak müsteftî, müftînin rücû ettiği (döndüğü) görüşünden sonra ona göre davranamaz.
***
Fetvada hata hali
Fetvada hata iki şekilde olabilir. Eğer gerekli ilmi birikim ve tecrübeye sahip olmayan birisi “Bana göre” diyerek fetva vermiş ve hatası ortaya çıkmış ise, bu şahıs günahkârdır, tevbe etmelidir... Ve eğer Allah haklarından birisinin ihlaline sebep olmuş ve verdiği fetvadan doğan hatanın telafisi de söz konusu ise, ilgili kişiyi derhal ikaz ederek yükümlülüğünü hatırlatmalıdır. Mesela, şu kadar malı olan birisine zekât gerekmediği yönünde fetva vermiş ve daha sonra da bunun bilgisizliğinden kaynaklanan bir hata olduğunu anlamış ise, zekâtla yükümlü olan kişiye bunu hatırlatmalıdır. Böyle bir kişi maddi bir zarara ya da cezaya vesile olmuşsa bu zarardan sorumlu olmakla birlikte, hangi şartlarda ne tür bir tazminle yükümlü olduğu fukaha arasında münakaşa mevzuudur. Bazı âlimler de sorumluluğu, ehil olmayana soru sorana yüklemekte ve fetva verenin yükümlülüğünün bulunmadığını dile getirmektedirler. Hata müçtehitin içtihadında ise fetvayı verene de alana da sorumluluğun bulunmadığı hadislerde açıkça ifade edilmekte ve bu durum sahabe tatbikatında görülmektedir. Bu vaziyette müftînin başkalarının bu fetvaya göre davranmalarına mâni olmak için sadece içtihâdından rücû ettiğini beyan etmesi yeterlidir.
***
Fetvâ-Kazâ münasebeti
Fetvâ ve kazâ faaliyet / fonksiyon olarak şer’î hükmü açıklama noktasında birleşirler. Ancak bazı hususlarda birbirlerinden ayrılırlar. Fetvâ, bütün dini meselelerde şer’î hükmü açıklamayı hedefler ve sırf ilmî kıstaslara göre harici tesirlerden uzak gelişen sivil bir çabanın mahsulü olarak ön plana çıkar. Bu sebeple belli insanların inhisarında / tekelinde değildir. İslâm’da Allah adına hareket eden din adamları (ruhban) sınıfı bulunmadığı için ilmî birikimi yeterli olan herkes (âlim) fetvâ verebilir. Günlük hayatta bir Müslümanın karşılaştığı her türlü dinî soru ya da mesele bu sahayı ilgilendirir ve bu açıdan kazadan daha geniş bir alanı vardır. Ancak sorunun sorulduğu âlim açısından verdiği cevap bağlayıcı olmakla birlikte, soranın aldığı cevaba uyma mecburiyeti yoktur, vicdanını ilgilendirir. Kazâ ise hüküm (yargı) alanını ilgilendirdiği için, devlet otoritesini temsil eden kadı’nın mahkemeye intikal eden davada verdiği kararı şer’î hükmü açıklamış olsa da, aynı zamanda resmîdir ve tarafları bağlayıcı karakter arzeder. Bununla birlikte kadıların hüküm verirken fetvalardan faydalandıkları ve müftülerle istişare ettikleri de bilinen bir husustur. Mesela Samanoğulları döneminin ünlü vezir ve âlimlerinden Hâkim eş-Şehîd el-Mervezî (rh. v.334/945) Hanefî fıkhının en muteber kaynaklarından birisi olan Serahsî’nin (rh. v.483/1089) el-Mebsût’unu, fetva verirken müftülerin yararlanmaları, karar verirken kadıların esas almaları, günlük işlerinde halkın müracaat etmeleri için, el-Kâfî adıyla özetleyerek hizmete sunmuştur. Keza Osmanlılar döneminde Molla Hüsrev’in (rh.) Dürerü’l-Hükkâm’ı ile İbrahim el-Halebî’nin (rh.) el-Mültekâ’sı aynı yönde vazife görmüştür.
Fetvâ ile kaza ya da müftî ile kadı arasında esaslı farklardan birisi de kendilerine arzolunan meseleye bakıp bakmama noktasındaki mecburiyet / zorunluluk hususunda ortaya çıkar. Müftînin hukûkî açıdan böyle bir mecburiyeti yokken kâdî’nin davayı neticelendirme gibi bir zorunluluğu vardır. Müftî açısından mecburiyet, eğer resmî olarak iftâ ile vazifelendirilmemişse, sadece o soruyu kendisinden başka cevaplayabilecek bir başka âlimin bulunmaması halinde ortaya çıkar ki, bu daha çok dini-ahlâkî bir zorunluluktur. Bu durumda da sorulan soru, soranı ilgilendiren bir husus değilse ya da farazî bir mesele ise, müftînin cevap verme mecburiyeti yoktur.
İftâ-kazâ arasındaki esaslı farklardan birisi de iftâ müessesesinin kazâ teşkilatına göre daha hür / serbest olmasıdır. Müftî ilmî ölçülere göre daha rahat hareket alanına sahipken, kadı muhâkemede birliği sağlama ve karmaşayı önleme açısından devletin belirlediği mezhep görüşü ya da kanun yapan müessesenin (meclisin, yasama organının) çıkardığı kanunla bağımlıdır. Kâdî’nın kendi görüş ya da mezhebine muhalif bile olsa, belirlenmiş esaslara göre hükmetme mecburiyeti vardır.
***
Fetvânın değişmesi durumu
Çeşitli unsurlara / faktörlere bağlı olarak içtihada dayalı hüküm ve fetvalarda değişiklik söz konusu olabilir. Belli bir maslahat ya da örf ve illete göre verilmiş olan hükümler / fetvalar o maslahatın veya örf ve illetin değişmesiyle değişir. Keza belli maksatları gerçekleştirmek üzere kararlaştırılmış (öngörülmüş) vasıta nev’inden hükümler de daha uygun vasıtaların ortaya çıkmasıyla değişir. Mesela;
- Başlangıçta Kur’ân öğretme, imamlık, müezzinlik vb. ibadet nev’inden vazifeler için ücret alınması caiz görülmezken, daha sonraları bu hizmetlerin aksaması ve ihtiyaç sebebiyle bu meslek erbabına maaş bağlanması caiz görülmüştür.
- Başlangıçta Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) soyundan gelenler zekat almazken, daha sonraki dönemlerde bu caiz görülmüştür.
- Başlangıçta birisinin yanında emanet olarak bırakılan malların –o şahsın kusursu yoksa– herhangi bir sebeple telef olması durumunda, malın yanında bulunduğu kişinin tazmin mes’ûliyeti bulunmazken, sonraları ahlâkın bozulmasından dolayı tazmine hükmedilmiştir.
- Başlangıçta bütün mü’minler güvenilir sayıldığından dava şahitleri araştırılmazken, bir müddet sonra araştırılması gerektiği hükme bağlanmıştır.
Bu ve benzeri hükümleri çoğaltmak mümkündür. Mecelle 39. maddesinde açıkça “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” kaidesi bu mevzuyu ele alır. Fıkıh kitaplarında rücû edilen görüşler mevcut olduğu gibi, değişen hükümlerden de bahsedilmektedir. Hatta İmam Şâfiî’nin (rh.) eski ve yeni iki mezhebi bulunmaktadır. Hükümlerin ve fetvaların hangi unsurlara / müessir faktörlere bağlı olarak değişebileceği ayrı bir araştırma mevzuudur.
gayret, fetva, Kur’an-ı Kerim, tekamül, mesele, “fetâvâ”, “fetâvî”, iftâ, müsteftî, müftî, “müftâ bih”, “âdâbü’l-fetvâ”, tevfik, İslâm hukuku ıstılâhı, ehliyet, sehaliyet, yesteftûneke, yüftîkum, içtihad,