Riyâset / baş - lider olma sevdası
Selamünaleyküm
Hocam benim sorum şu.Ben bir cemaate mensubum.Benim şöyle bir hedefim var Allah nasip ederse bu cemaatin yeni lideri ben olmak isterim.Elimden geldiğince çalışacağım.Mümkün müdür? Hz.Osman\'ın bir sözünü okudum bu bana umut verdi \'Allah nasip ettirmeyeceği şeyi hayal ettirmez\' konu hakkında yardımcı olursanız teşekkür ederim.
Ve aleyküm selam.
Hayalci kardeşim;
Ham ve bâtıl hayallerle değil, hakikatlerle meşgul olmaya bak. Bu yollarda baş olma zihniyetiyle yürünmez, yürünse de hayır getirmez, sıhhatli neticeler alınmaz. Hak sözle bâtıl yollara sapılmaz, bozuk hedeflere yürünmez. O sözden kastedilen, senin düşündüğün hayaller değildir. Hak olanı hayâl edeceksin; boş, yanlış ve tehlikeli hülyalara dalmayacaksın.
Dünyada bazı şeyler vardır, çalışmayla-uğraşmayla kazanılır; lakin bazı şeyler de vardır ki, sa’y u gayretin mâverasındadır... Onlar istekle, arzuyla, hırsla elde edilmez.
Senin yapman gereken iş; kulluğa layık olmaya çalışmaktan ibarettir. Kul ol da baş değil, istersen ayak ol, yerin ayakkabılık olsun. Hiç fark etmez. Adam olmaya bak. Adam olmadıktan sonra da baş olsan ne yazar, başın da başı bulunsan ne mana ifade eder!
Unutmamak gerekir ki; aslında baş olma olma sevdası, baş belasından başka bir şey değildir. Ama buna rağmen baş olmak için başını vurmadık taş bırakmayanların da var olagelmesi insanlık tarihinin akışı içerisinde hiçbir zaman eksik olmamıştır.
Başına gelenin pişmiş tavuğun başına gelmediğini söyleyenler içerisinde, hâlâ başta kalmaya çabalayanlar, o baş belası ile bir türlü baş edemeyenlerdir.
Bu arada bilinmesi gerekir ki; “başımızdan Allah seni eksik etmesin” duasını hak edenlere de gıptayla (imrenerek) bakmak ve yollarına baş koymak lazımdır.
Bu yolda “Ben layık değilim”, diyen layıktır. Bu noktada âdap ve usûl, “makam-mevki ve riyaset istenmez, verilir” şeklinde ifade edilebilir. İstisnai olarak baş olmaları tabii-normal kabul edilenlerin hakkı mahfuz kalmalıdır. Ki bunlar, başta Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ve diğer peygamberler (aleyhimüsselâm) ile Rasûl-i zîşânın vârisleri olan mürşid-i kâmil u mükemmiller vardır.
Dilerseniz bu noktada sözü Hz. Mevlana’ya bırakalım. O “Fîhi Mâ Fîh” isimli eserinde şöyle diyorr:
“Onlar, ışık saçan lambalar gibidirler. Yükseğe de çukura da koysanız, aynı ışığı
verirler. Onların yükseklerde olması, başkaları için büyük faydalar sağlar”.
Hâsılı, baş olma sevdası taşımadan ve baş olma belâsına müptelâ olmadan İlahi takdir ile başa geçenlerin yardımcısı, hep Allah Teala olurken, tersine davrananların da hasmı yine O olmuştur. Neticede yardımsız kalmışlardır.
Servet, şehvet, şöhret ve makâm-mevki, riyaset düşkünü olan, bunları elde edebilmek için her çâreye başvurmayı göze alan bir insanın, mânevî ve ahlâkî ölçüleri de tanımayacağı muhakkaktır.
Baş olma ve makam-mevki hırsıyla gözü dönen bir kimse, yırtıcı bir hayvandan daha zararlı hâle gelebilir. Nitekim Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v.), insandaki bu hırsın ne kadar helâk edici olduğunu şöyle beyan buyururlar:
“Mala ve mevkie düşkün bir adamın dînine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha büyüktür.” [Tirmizî, Sünen, Zühd, 43]
Hakîkaten gözünü dünya hırsı bürümüş, gönlü baş olma, makam-mevkî arzusuna esir olmuş bir kimse, âdeta insânî vasıflardan sıyrılmış gibidir. Hak dostları, dünya servet ve makamlarına duyulan ihtirâsı / düşkünlüğü bütün kötü huyların kaynağı kabul ederler.
Ebû Bekir Verrâk (k.s.) azretleri, “İhlâs sâhibi olmak istiyorsan, önce baş olma sevdâsını kalbinden çıkar, sonra da kendini kimseden üstün görme!” buyurmuştur.
İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin Mektubat’ında, bu husustaki “Ey oğul!” diye başlayan
nasihatleri şöyledir:
“Ey oğul! Nefis, makam ve baş olmak sevdası üzerine yaratılmıştır. Bütün gayreti, akranı üzerine üstün gelmektir.
Bütün arzusu; yaratılmışların hepsi kendisine muhtaç, emrine ve nehyine boyun eğmiş olmaktır. Kendisinin ise hiçbir şeye muhtaç olmasını istemediği gibi, hiç kimsenin hükmü altına da girmek istemez.
Bütün bunlar ondan gelen ulûhiyet iddasıdır. Benzeri olmayan Allah Teala ile ortaklık davasına girer. Mes’ud olmaktan yana pek uzaktır.
Hatta ortaklığa bile râzı olmaz. Yalnız kendisinin hâkim olmasını ister, başkasını istemez. Herşeyi hükmü altında görmek ister. Hadis-i kudsî hadiste şöyle buyurulur:
"Nefsine düşman ol; çünkü o, Bana düşmanlığa saplandı!"
Makam-mevki, reislik, yükselmek, büyüklenme hususunda nefsin isteklerini vermek suretiyle nefsi terbiyeye kalkışmak, ona yardım olur ki, hakikatte bu Allah Teala'ya düşmanlıktır. Onu takviye etmek dahi bu mânâyadır. Bu işin çirkinliği ciddi bir şekilde idrak edilmelidir.
Nitekim bir başka kudsî hadiste yine Hz. Mevlâ,
"Kibriyâ ridâm (belden yukarı örtülen örtü, hırka) dır, azamet izârım (belden aşağıya mahsus örtü, peştamal) dır. Bir kimse bunlardan birisi ile benimle nizâya münüküşüyü tutuşmak isterse, onu ateşime atarım, haline hiç bakmam" buyurur.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderilmesinin hikmeti, nefs-i emmâreyi âciz bırakıp onun yapısını tahrip etmektir. Dinî emirler nefsanî arzuları kaldırmak için gelmiştir. Ne kadar dinî emir işlenirse, o kadar nefsanî arzu zâil olur.
Dinî hükümlerin birini yerine getirmek, nefsanî arzuların izalesi için bin senelik riyazattan ve bu uğurda mücahededen daha faziletlidir.
Bu riyazat ve mücahede şeriat gereğince olmayınca, nefsin arzusunu takviye ve te’yit eder. Brahmanlar ve Hindular riyazat ve mücahedede hiçbir kusur işlemezler, fakat şeriat dairesinde yapmadıkları için kendilerine hiçbir faydası olmaz.
Meselâ bir kimse, dinin emrettiği zekât niyetiyle bir dinar verse, nefisten gelen bir arzu ile nefsin tahribi yolunda bin dinar harcamasından daha faydalıdır.
Ramazan Bayramı’nda şeriatın emrine uymak maksadıyla oruç tutmayıp yemek, bir kimsenin kendiliğinden tuttuğu bin senelik oruçtan hayırlıdır.
Sabah namazının iki rek’ât farzını cemaatle kılmak, sabah namazını cemaatle kılmayı bırakıp geceyi sabaha kadar ibadetle geçirmekten çok faziletlidir.
Hâsılı; nefsin, başkanlık, üstünlük, yükseklik taslamak hususundaki boş kuruntularının pisliklerinden sıyrılmadıkça hakiki kurtuluş mümkün değildir. Ondaki bu hastalığın izalesi zaruridir. Tâ ki, ebedi ölümle (husranla) yüz yüze gelmeye...”
Tasavvuf yolunun büyükleri / önde gelenleri, bir insanın nefsinden en zor, en son çıkan hastalığın, riyaset tutkusu yani makam-mevki sahibi olma hastalığı olduğunu ifade etmişlerdir. Riyasetin, rüyaların sembolik dilindeki ifadesinin de tilki olarak ortaya çıktığı kaydedilir.
Riyaset bir nevi şöhrettir, şöhret ise afettir. Makam-mevki, mal-mülk, pek çok kişinin düşmanlığını cezbeder. Tasavvuf erbabına göre keşif, keramet ve ledün ilmiyle dahi olsa da tanınmak-bilinmek, sıkıntılı bir şöhrettir. Zira kişiye bir nevi enâniyet / benlik verir, ayrıca etrafta toplanan insanlar sebebiyle kişinin huzuru kaçar.
İmam-ı Rabbani (k.s.), mevlana, şehvet, servet, Mektubat, riyâset, baş olma, makam-mevki, şöhret, baş belası, lider, sevda, bâtıl hayaller, hülyalar, hakikatler, zihniyet, Fîhi Mâ Fîh,