İslâm dünyasındaki huzursuzluk...
islam dünyasındaki bu vahim durumu nasıl izah edersiniz ?
Sizce de yeterince açık değil mi sorunuzun cevabı? Ekran karşınızda, bakıp bakıp sayabilirsiniz sebepleri... Öyle değil mi?
Ama madem böyle bir soru gelmiş aklınıza, biraz dertleşmek, hasbihal etmek babında bir şeyler konuşmaya çalışalım. Bunları sorunuzun tam cevabı olarak kabullenmeyebilirsiniz. Çünkü mesele, öyle bir iki yazıda içinden çıkılıp halledilebilecek türden değil malumunuz. Meşhur tabiriyle, “kitaplık çapta” bir soru.
***
Evet, bu dehşetengiz sorunun cevabı, “hangi yönden baktığınıza bağlı” diyeceğim ama, enteresandır, hangi yönden bakarsanız bakınız, netice pek de fazla değişmez. İster ilmî faaliyetler, teknik araştırma ve gelişmelerdeki zaafiyetler cihetinden olsun, isterse içtimai ve iktisadi krizlerlere hep râm olmalar noktasından olsun... Kısacası dilediğiniz perspektiften bakınız, sorunuzun cevabını rahatlıkla görebilir, ârıza ve aksaklıkları kolayca tesbit edebilirsiniz. Özellikle son 200-250 yılın ilmî-içtimaî-iktisadî ve de siyasî-askerî alanlardaki oluşumlarını iyi tahlil edip değerlendirirseniz, teşhis daha da kolaylaşır, âdeta kuşluk vaktindeki güneş gibi tebellür ediverir. Kaldı ki, bu yöndeki çalışmalar da yapılmamış, yapılmıyor değildir. Ama -maalesef- yeterli olmamıştır. Bilhassa tedavi süreçlerinde, gerek içerden gerekse dışardan, hekime da hastaya da hep menfi yönde müdahaleler olmuştur. Ne yazık ki İslâm âlemi de bu müdahalelere mukavemet gösterebilecek, onları elinin tersiyle itip yoluna devam edebilecek güçte olamamıştır bu süreç zarfında...
***
Tarih böyle bir şey işte...
Bir zaman gelir sen hükmedersin dünyaya, bir zaman da gelir hükmedilen olursun aynı dünyada...
Devir, böyle deverân eder gider.
Gaflete, tembelliğe, sümsüklüğe gelmez bu saha... Hıyanete, dünya hırsına, menfaatperestliğe, ikiyüzlülüğe, yalana-dolana, uşaklığa hiç gelmez. İmanlı, ahlâklı, doğru-dürüst bir karaktere sahip; yılan gibi eğri-büğrü değil, oklava gibi olacaksın. Mala-mülke, servete kul olmayacaksın. Bilhassa idari mevkideysen, vatanın-milletin için canın dahil her şeyini vermeye hazır olacaksın. Rüşvetten irtikaptan uzak duracaksın. Yoksa seni üç kuruşa satın alırlar...
***
İlim insanları, fikir adamları, edebiyatçılar, yazar-çizer / entellektüel takımı ve bunlara kaynaklık eden müesseselerin daima faal olması, dünyadaki gelişmeleri hem takip hem de tatbik mevkiinde olmaları gerekir. Siyasileri sürekli doğru yönde bilgilendirmeli, onlara önayak olmalı, nefsaniyetten uzak, ülkesi ve milleti için çalışmayı kendilerine şiar edinmelidir. Malumunuz, sultanı vezir eden de rezil eden de çevresidir.
***
Bugün İslâm dünyası kategorisinde değerlenbileceğimiz ülkelerin başındaki lider kadrolarının kaçta kaçı “kukla” durumunda değildir! Âmiyâne tabirle, “kimin eli kimin cebinde” belli midir? Maalesef “öbür taraf” maşa bulmakta, ajan temin etmekte hiç ama hiç zorlanmıyor. Her sınıftan insanı rahatlıkla kendi emellerine hizmet ettirebiliyor. Hem de basit dünyevi menfaatler karşılığında...
Peki neden böyle oldu, toplum bu hale nasıl geldi?
Çünkü hakiki manada İslâmi inanç, amel ve ahlâka sahip kadrolar maalesef yetişmedi, yetiştirilmedi, yetiştirtilmedi... Kazara yetişenler de belli bir süre sonra hep al aşağı edildi.
***
Çok ucuz bir değerlendirme gibi gelecek belki ama, gerçek şu ki; dinî ilimler sahasını boşalttık, boş bıraktık, hatta boş bırakmakla da kalmadık, devamlı tırpanladık... Dolayısiyle “Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder” atalar sözünün neticesine maruz kaldık.
Ayrıca Ehl-i Sünnet’i / doğru Müslümanlığı baltalamak için sürekli baskı altında tuttuk. Buna mukabil Ehl-i Bid’at ve Dalâleti ise besledik, semirttik, cesaretlendirdik. Böylece “İslâm’ı mihraplardan yıkma”yı planlayanların ekmeğine yağ sürdük. Din adamı yetiştirmek üzere açılan müesseselerde, din âlimi bir yana, itikadi-ameli-ahlaki yönlerden İslâm’la bile alakası olmayan, sadece “dinler tarihi ve kültürü” elemanları yetiştirdik. Halen de bu yıkım devam etmiyor mu? Atalarımızın tabiriyle, “Taşlar bağlanıp köpekler salıverildi” demek yanlış mı olur? Nitekim bizler dahi eroin tacirleri gibi hep orada-burada kaçak-göçek okuduk. Ama Rabbimize hudutsuz şükürler olsun ki, gene de bu günlere gelebildik. Daha da iyi olacağına dair elbette ümitvarız da...
***
Bir başka önemli siyasi mesele...
Halîfe ne idi? Sünnî Müslümanların başı, rehberi, kılavuzu değil miydi? Peki no’ldu Halîfe’ye, Hilâfet’e?!..
Malum................................
Baş olmayınca vücudun geri kalanı yaşar mı? Yaşarsa ne kadar ve nasıl yaşar ya da neye yarar?
İşte İslâm dünyasının yüzyıla yaklaşan zaman dilimindeki acıklı durumu bu! İngiliz siyaseti Lozan’da niçin Hilâfet’in kaldırılması üzerinde ısrarla durdu ve kaldırttı? Ve ardından da kendisi “İngiliz Milletler Topluluğu”nu kurdu. Şimdi bu politikanın perde arkası daha iyi anlaşılmıyor mu?.. Mesele sadece Türkiye değildi, topyekün İslâm coğrafyası, İslâm milletiydi!
***
Bir başka acı ve acıklı durum; Anayasaya aykırı olmasına rağmen, “Diyanet İşleri Başkanlığı” devlete bağlı bir kurum olarak çalışmıyor mu? Peki bunu laikçiler-laikçi olmayanlar sistemle nasıl bağdaştırabiliyor? Neden Laikliğin vatanı olan Batılı ülkelerde kiliseler devlete bağlı değil? Hiç düşüdnüz mü?
Oysa 1961 Anayasası’nın hazırlayıcılarından, halen hayatta ve kurduğu Bağımsız Cumhuriyet Partisi genel başkanı olan Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın ifadesi bu sorunun cevabını gayet net olarak veriyor. 70’li yıllarda Cağaloğlu’da basın caimasındayken, röportaj için giden arkadaşımızın bu hususta kendisine yönelttiği soruya cevabı aynen şöyle:
“Evet, Diyanet’in devlete bağlı olması Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırıdır. Ama Müslümanların faaliyetlerini takip edebilmek (tabir caizse güdebilmek) için bu gerekli” diyor.
Peki Türkçemizde “Gâvurun ekmeğini yiyen onun kılıcını sallar” tabirini hatırlatmıyor mu bu söz bize? Maaşını devletten alan bir din görevlisi, bir bakıma rejimin siyaseti doğrultusunda hareket etmeye mecbur edilmiyor muydu? Ve bunun böyle olduğunu nice yıllar acı ve açık şekilde yaşamadık mı? Halen de zaman zaman belli noktalardaki tezahürleriyle karşılaşmıyor muyuz?
O halde Diyanet İşleri neden Müslümanlara (cemaatlere) bırakılmıyor?.. Ya da Müslümanlar bunu niçin kendilerine dert edinip sorgulamıyor? Yoksa görüldüğü gibi kendi ülkelerinde halen yeterince bir nüfûza mı sahip değiller? Bu da üzerinde gerçekten düşünülmesi gereken bir mesele değil midir?
***
Sanırım sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. Hâsıl-ı kelâm netice-i merâm;
Günümüze geldiğimizde, yapılması gereken en önemli işin, sa’y u gayretin tedaviye yönelik olması gerektiği açıktır. Çünkü diğer alanlarda hayli mesafeler alınmış, alınmaya da devam edilmektedir.
İslâm dünyası da bu gün âdeta doğum sancıları çekmekte... İnşaallah kutlu doğum yakındır diyelim. Tabii bunu derken, illa da belli alanlarda hemen zafer beklemeyelim. Yavaş yavaş, aheste aheste, basamak basamak olacak bu gelişmeler... Sabırda selamet vardır. Sabırla koruk helva olur. “Sabreden zafere ulaşır.”
İlmi-manevi sahada terakki ve tekâmül olmazsa, maddi alanda ilerleme ve inkişaftan söz edilemez. Bunu bir defa kafamıza da gönlümez de nakşetmeliyiz. İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri buyururlar ki:
“Leşker-i duânın duası mahall-i icabete vâsıl olmadıkça, leşker-i gazâ cephede muzaffer olamaz.”
Bilenlerden özür dileyerek anlamakta zorlanabilecekler için kısaca açıklayalım: Dua askerinin duası kabul olmadıkça, cephedeki asker zafer elde edemez, demek oluyor.
Yani İslâm dünyasının maddi alanlardaki başarıları için de, öncelikle manevi cihetten silkinip uyanması; Müslümanım diyen her ferdin, bir yerlerden işaret beklemeden üzerine düşen vazifeleri hakkıyla yapma gayreti içerisinde olması lazım. Yoksa daha çoook fırınlar dolusu ekmek yememiz gerekebilir.
Halîfe, Hilâfet, huzursuzluk, tedavi, İslam dünyası, tesbit, teşhis, vahim durum, dertleşmek, hasbihal, kitaplık çapta, ilmî faaliyetler, teknik araştırma, içtimai ve iktisadi krizler, siyasî-askerî alanlar, İlim insanları, fikir adamları, edebiyatçılar, yazar-çizer / entellektüel takımı, maşa, ajan, Ehl-i Sünnet’i, Ehl-i Bid’at ve Dalâlet, laik, anayasa, lozan, İngiliz Milletler Topluluğu,