Vahiy
vahiy indirilisinin geliş şekli nasıldı? Gelen ayetlerin hangi surede olduğunu kim belirledi?
“Vahiy”; sür’atli hareket etmek, işâret etmek, kitâbet (yazı yazmak), risâlet (elçi göndermek), gizli kelâm, ilham etmek, bağırmak gibi çeşitli mânâlara gelir. Ayrıca emretmek ve emri altına almak manalarını da ihtiva etmektedir.
Dinî ilimler ıstılâhında ise vahiy; Allah Teâlâ’nın dilediği şeyleri, peygamberlerine (aleyhimüsselâm) iletmesi yoludur. Bir başka ifadeyle, peygamberlere Allah tarafından gönderilen ilahi kelâm ve haberlerin ismidir. Bu sebeple vahiy, İslamî ilim kaynaklarından biridir. Diğerleri ise akıl ve duyu organlarının verileridir. Vahiy dışındaki bu iki kaynak, tabiî ve sosyal ilimlerin kaynağını, vahiy ise dinî ilimlerin kaynağını teşkil eder. Bununla birlikte diğer iki kaynak vahye dayalı ilimlerin anlaşılmasında ve açıklanmasında önemli bir yere ve konuma sahiptir. Çünkü vahyi anlayan ve yorumlayan da akl-ı selimdir.
***
Vahiy ile alakalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut da bir rasûl (elçi) gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, çok yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” [Şûrâ suresi, 51]
Hz. Âişe’nin (r.anha) rivâyet ettiğine göre Rasûlullâh’a (s.a.v.):
“– Ey Allah’ın Rasûlü! Sana vahiy nasıl geliyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“– O, bazen çıngırak sesini andıran bir ses gibi gelir ki, vahyin bana en ağır gelen şekli budur. Allah Teâlâ’nın dediğini kavrayıp ezberlediğimde, melek benden ayrılır. Bazen de melek bana bir insan sûretinde gelir. Benimle konuşur söylediğini hemen kavrarım.” [Buhârî, Sahih, Bed’ü’l-Vahy, 1, 2; Müslim, Sahih, Fedâil, 87]
***
İslâm âlimleri, çeşitli rivâyetlerden hareketle vahyin geliş şekillerini şöyle tespit etmişlerdir:
1. Vahiy, bazen uykuda görülen ve görüldüğü gibi tahakkuk eden sâdık rüyâlar şeklinde gelirdi.
2. Vahyedilecek kelâm, melek görünmeksizin Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kalbine ilkâ olunurdu.
3. Vahiy meleği, “Cibrîl Hadîsi”nde olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi.
Abdullah bin Abbâs’ın (r.anhuma) anlattığı şu rivâyet de, vahyin bu tarzda vâki oluş şekline güzel bir misâldir:
“Babam Abbâs’la birlikte Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanında idim. Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yanında bir adam bulunuyor ve Efendimiz onunla fısıldaşıyordu. Bu sebeple babamla alâkadar olamadı. Yanından çıktığımızda babam:
“– Oğlum! Allah Rasûlü’nün bana iltifat etmediğini gördün değil mi?” dedi. Ben de:
“– Babacığım! Yanında bir adam vardı, onunla konuşuyordu” dedim.
Bunun üzerine hemen Rasûlullâh’ın yanına döndük. Babam:
“– Yâ Rasûlallah! Abdullah’a şöyle-şöyle demiştim, o da sizin, yanınızdaki bir adamla fısıldaştığınızı söyledi. Gerçekten de yanınızda bir kimse var mıydı?” dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) bana hitâben:
“– Ey Abdullah! Sen onu gördün mü?” diye sordu. Ben:
“– Evet! Gördüm” dedim.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:
“– O Cebrâil (a.s.) idi. Bu sebeple seninle alâkadar olamadım” buyurdu.” [Ahmed, Müsned, I, 293-294; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 276]
4. Vahiy bazen de, dehşetli bir çıngırak sesi gibi gelirdi. Vahiy hâli geçince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) meleğin söylemiş olduğu şeyi iyice öğrenmiş olurdu.
5. Cebrâil (a.s.) iki defâ vahyi aslî sûretiyle görünerek getirmiştir. Bunlardan birincisi vahyin fetret dönenimi müteâkıp Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hirâ mağarasından inerken, ikincisi ise Mîrâc gecesinde Sidretü’l-Müntehâ’da vâkî olmuştur.
6. Allah Teâlâ’nın, Mî’râc’da olduğu gibi arada vahiy meleği bulunmaksızın, ilâhî kabul ve ikrâma nâil kılarak Rasûlullah’a (s.a.v.) doğrudan vahyetmesidir.
7. Cebrâil aleyhisselâmın Allah Rasûlü’ne (s.a.v.) uyku hâlinde iken vahiy getirmesidir. Bazı müfessirler, Kevser sûresinin bu şekilde nâzil olduğunu ifâde ederler.
***
Ashâb-ı kirâmdan bazılarının anlattıklarına göre, vahyin nüzûlü esnâsında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ağır bir sıkıntı hâli ârız olur, yüzü gül gibi pembeleşir, gözlerini kapatır, başını önüne eğerdi. Ashâbı da başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy hâli nihâyete erinceye kadar hiçbiri başlarını kaldırıp Fahr-i Kâinât Efendimiz’in cemâline bakmaya kâdir olamazlardı.
Bazen de vahiy geldiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Rasûlullah (s.a.v.), o esnada çabuk-çabuk nefes alırdı. En soğuk günlerde bile, alnından inci tâneleri gibi terler dökülürdü.
Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) bildirdiğine göre gelen vahyin ağırlığı, inen ahkâmın ağırlığı ile mütenâsip olurdu. Yâni, inen vahiy ilâhî vaat ve müjde mâhiyetinde ise Cebrâil aleyhisselâm beşer sûretinde gelir, bu ise Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bir güçlük vermezdi. Fakat vahiy, azap ile korkutmaya dâir ilâhî îkazları ihtivâ ettiği zaman da, dehşet saçan bir çıngırak sesi gibi gelirdi.
Vahiy, Rasûlullah (s.a.v.) deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, ayakları bükülür ve çökerdi. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) Adbâ isimli devesinin üzerinde bulunduğu sırada Mâide sûresinin üçüncü âyeti nâzil olmaya başlayınca Adbâ’nın ayakları kırılacak gibi olmuş, Allah Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) devenin üzerinden inmişti.
Zeyd bin Sâbit (r.a.) der ki:
“Rasûlullâh’ın (s.a.v.) yanında oturuyordum. Bu esnâda Allah Rasûlü’ne vahiy hâli geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallahi o anda Rasûlullâh’ın (s.a.v.) dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” [Ahmed, Müsned, V, 190-191]
***
Gelen ayetlerin yerlerinin belirlenmesi
Ayetlerin konacağı sure ve sure içindeki yerleri, Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) vahiy yoluyla bildirilmiştir.
Bilindiği üzere, nazil olan ayetler ve sureler belirli bir sıra ile gelmiyordu. Bir sure tamamlanmadan başka bir sure inebiliyor ve ayetler de belli bir sıra takip etmiyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) Cebrâil’in (a.s.) Allah’tan (c.c.) getirdiği emirleri deri parçası, hurma yaprağı, düz taş parçası, kürek kemiği gibi küçük parçalara yazdırıyordu. Ve Cebrâil (a.s.) her ayet geldikçe Peygamber Efendimize (s.a.v.) konacağı sureyi ve sure içindeki yeri de öğretiyordu.
Surelerin Kur’an/Mushaf içinde takip ettiği sıra Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliği zamanında ashapla istişare edilerek belirlenmiştir.
Şöyle ki:
Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) halifeliği zamanında Hz. Ömer (r.a.), savaşlarda kurrâ hafızlarının yani Kur’an’ı tecvit ve tertil (tane-tane, anlaşılır, usûl ve kaide) üzere okuyanların şehit edildiğini ve bundan dolayı Kur’an için endişeye kapıldığını söyledi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) vahiy kâtibi olan ve Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen Zeyd bin Sabit'i (r.a.), Muhacir ve Ensar’dan (r.anhum) oluşan on iki kişilik istişare heyetini Kur’an nüshalarını bir araya getirmekle vazifelendirdiler.
Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Zeyd’e (r.a.) Kur’an’ı bir araya getirirken hafızasına güvenmemesini, her ayet için yazılı iki şahit istemesini şart koştu. Ve yanında yazılı Kur’an nüshası bulunduranların, bunları Hz. Zeyd’e (r.a.) teslim etmesini istedi. Getirilen yazılı nüshaların Rasûlullah (s.a.v.) tarafından kontrol edilip edilmediği hususunda yemin ettiriliyordu...
Cebrâil, uyku hali, Vahiy, Vahiy meleği, aslî sûreti, Hirâ mağarası, Sidretü’l-Müntehâ, kalbine ilkâ olunurdu, çıngırak sesi, sure, ayetler,